Harbiye İşkence Evi

Günlerden Pazar… Osmanbey’de bir işyerimiz var orada kamufle oluyoruz. Pencereden bir arkadaşımızın geldiğini görünce kapıyı açtım. Resmi üniforma var üzerinde.

Hapishaneden tanıdığım ülkücü hareketin faal mensuplarından Mehmet Koçak. Askerlik görevini yapıyor. O vakitler Avcılar’da bulunan Askerî Kamp’taki vazifesini ifa ederken bir günlük izin alıp yanımıza gelmiş.

Hasret giderip 12 Eylül hareketinin tahribatından konuşuyoruz. Saat 15:00 olunca artık gitmesi gerekiyordu. İki saat sonra birliğine teslim olması için şimdiden yola çıkması lazımdı. Osmanbey tarafı bizim için arama tarama faaliyetleri açısından biraz güvenliydi.

Bu sebepten Mehmet’i yola vurayım düşüncesiyle durağa kadar birlikte gitmek için dışarı çıktık ve Harbiye’den Taksim istikametine doğru yürüyoruz.

Bir iki dakika sonra Notre Dame de Sion Fransız Lisesi önüne geldiğimizde aniden etrafımız çevrilmiş ve otomatik silahlı on-onbeş kişilik bir tim bizi gözaltına almıştı. Yol kenarındaki Harbiye Kışlası’na götürdüler.

Tamamen tesadüf… İzinler kaldırılmış olduğundan resmi kıyafetli asker dikkatlerini çekmişti. Mehmet’i bıraktılar. Benim kimliğimde askerlik vaktim gelmiş olduğundan durumumu öğrenmek istiyorlardı. Binbaşı rütbesinde bir asker ve iki sivil bizi kısa bir sorgudan geçirdi. Siviller beni incelerken, telsizlerinden gelen anons kodlarından onların polis ve siyasî şubesinin personeli olduğu anlaşılıyordu. Askeri atlatmak kolaydı ama bu ikisi beni müthiş tedirgin ediyorlardı. Her hareketimi büyük bir dikkatle takip ettiler. Gözleri bendeydi…

-Talebeyim, askerliğimi tecil ettirdim, dediysem de onlar bir inceleme yapacaklarını söyleyerek beni, asker kaçaklarını koyduklarını öğrendiğim basit bir hücreye attılar. Osman Altuğ adına düzenlenmiş olan kimliğim sağlamdı ve bu yüzden bir endişem yoktu. Aksi takdirde oradan firar etmek bana pek zor görünmüyordu. Hücre, kantinin içindeydi ve bir çok asker burada dinlenirken sohbet ediyorlardı. Bunların konuşmalarından büyük bir siyasî grubun burada sorgulandığı anlaşılıyordu. Hemen taşları birleştirerek meseleyi yorumladım.

Buradaki işkence merkezinde sorgulananlar bizim arkadaşlardı ve binbaşı’nın odasında gördüğüm o iki polis bu işin sorgu ekibindendi. Sol örgütler Emniyet Müdürlüğünde sorgulanıyor, bizimkiler ise bir yerde korsan olarak tutuluyorlardı, bizdeki malûmat bu kadardı. Bu düşünceler içerisinde askerlerden biraz daha bilgi almaya uğraşırken birden ortalık karıştı ve özel eğitimli oldukları anlaşılan bir ekip aniden içeri girerek beni zorla yere yıkıp örgütlerden ele geçirdikleri pankart bezleriyle kafamı, yüzümü ve kollarımı iyice sardılar. Deniz bitti, dedim kendi kendime. O iki sivil canlandı gözlerimin önünde. Benim katillerim mutlaka onlardı, diye düşünüyordum.

Arkadaşlarımızın Harbiye’de ve Askerî Müze’nin altında sorgulandıklarını ve bize sadece yüz metre yakınlıkta olduklarını anlamıştım artık.

Beni bir arabaya eller üstünde götürdüler. Uzak bir yere gidiyormuşuz havası vermeye çalışarak, aynı bahçe içerisinde dönüp durduklarını anlamak için üstün bir zekâ gerekmiyordu. Nihayet araba durdu. Ayaklarım bağsız olduğundan kendim yürüyorum. Onlar beni yönlendiriyor, gözlerim ve kollarım sargıda. İki üç kat aşağılarda bir yere indik. Etrafımdakiler birbirlerine ‘Komutanım’ diye hitap ederek ve sert emirler yağdırarak beni etkilemeye çalışıyorlar:

-Kimsin?..

-Yusuf Ziya Arpacık… Hapishane kaçağıyım. Başkaca bir suçum yok. Derhal savcıya teslim edilmem, usul gereğidir. Beni burada tutamazsınız.

Bir yumruk patlıyor suratıma. Ellerim arkadan bağlı, gözlerim de pankart bezleriyle sarılı olduğu halde dengem bozulmuyor hatta yere çakılı gibi dimdik kımıldamadan duruyorum.

-Yumruğun çok zayıf arkadaş.

Alaycı ve küçük düşüren sözlerim onu çılgına çevirmişti. Peş peşe demir darbeleriyle sarsıldım. Herhalde tabancayla vuruyordu. Yüzümde müthiş bir uyuşukluk oldu. Yaralanan dilimle ağzımın içini kontrol ettim ve bir iki çevirdikten sonra kırılan dişimi dışarıya tükürdüm. Çeneme doğru bir sıcaklık yayılıyordu. Yine de düşmemiştim. Ayaktaydım…

Sorgu hemen başladı. Bizi gözaltındaki arkadaşları kaçırmaya çalışmak amacıyla bölgede olmakla suçluyorlardı. Sorguculara göre asker elbiseli Mehmet Koçak da bu sebepten Harbiye’ye gelmişti. Onu da birliğinden getirmiş ve ağır bir işkenceye almışlardı. İçerde adamımız olup olmadığına yönelik yoğun bir sorgu devam ediyordu.

Aynalı oda teşhislerinden sonra bir iki arkadaşı yanımda konuşturdular. Muhtemelen onların da gözleri bağlıydı. Derken sorgucu şarap fabrikasının önünden geçerken aldığım iğrenç kokuya sahip olan ağzını açtı. Lağım patlamıştı:

-Sen, İsmet Koçak, Aydın ve Samet, birini öldürmeye gittiniz. Daha önceden gaspedilen kırmızısiyah renkli Anadol marka bir araçla yol kenarında beklerken hedefiniz başka bir güzergahı kullandığından oradan geçmedi. Belediye başkanı olan hedefi daha sonra ortadan kaldırmak üzere eve dönüp başka bir operasyon için çalışmaya başladınız. İki üç gün sonra aynı ekip bir başka eylemi gerçekleştirdiniz. Portakal renkli renault marka bir otomobil ve biri 14’lü, Smitwesson, Parabellum ve biri 7.65 çapında olmak üzere dört adet silah kullandınız.

Sorgucu teferruat vererek aklınca benim gardımı düşürmeye uğraşıyordu. O ara duyduğum bir ses beni kendime getirmeye yetmişti. Arkadaşlarımızdan Abdülsamet Karakuş avazı çıktığı kadar bağırıyordu:

-Yusuf yoktu kardeşim, zaten kaçaktır yakalanmaz diye onun adını vermişler. İsmet’te yok. Bu işi biz yaptık tamam ama eylemi yaptığım arkadaşları kod adlarıyla tanıyorum. Hilmi var, Yasin var, ama bunlar yok.

Mesele anlaşılmıştı. Büyük bir oldu bitti karşısında çaresiz suçu kabul etmeye zorlanacaktık. Zaten her şey bütün inceliğine kadar düşünülmüş ve programlanmıştı. Biz sadece kareyi tamamlayacak olan oyunculardık.

Sorgucu hiçbir suç önemli değil fakat bize son kaldığın evi vereceksin, derken işkence faslı da giderek şiddetli bir mahiyet kazanıyordu. Yüz kişiye yakın bir sayıya ulaşmış olan gözaltı mevcudu ülkücüler benim gelmemle biraz rahatlamıştı. Çünkü bütün işkence bana yönelmiş ve diğer arkadaşlar biraz da olsa rahat nefes alma fırsatı yakalamıştı. Sorgucu şaraplı nefesini tüketmeye büyük bir sabırsızlıkla devam ediyordu. Ben teşkilâtta fazla aktif olmadığımı söyledikçe, o köpürüyordu:

-Tabiî ki sen bir hiçsin, işte belinde bir tabanca yoksa sen de işe yaramaz bir hiçsin. Hani o çalımlı yürümeler, sürünmeye başladın bile. Bak bu gün Alparslan Türkeş’te buraya getirilecek, göreceksiniz.

İşkence sıradan bir falaka şeklinde devam ediyordu. On-onbeş saat böylece kaba bir sorgu devresini geride bırakmıştık. Tuzlu su üzerinde beni yürümeye zorluyorlardı. Böylece ayaklarımın şişmesini biraz yavaşlatmayı amaçlıyorlardı. Zaman zaman kafamdan aşağı soğuk sular boşaltarak bayılma ihtimalini zayıflatıyorlardı. Sorgucu hızlı adımlarla bir ileri bir geri giderken, ayaklarının çıkardığı sesi ezberlemeye çalışıyordum. Belki de ölmem, günün birinde bu adamı bulurum diye bir kimlik işareti olarak gördüğüm ayak seslerini yudum yudum içiyordum. O ise hışımla konuşmaya devam ediyordu:

-Kemal Türkler’in Sovyetlerin ülkemizdeki birinci katibi olduğunu biliyor muydunuz?.. Neden DİSK’in başkanı Abdullah Baştürk değil de Maden-İş başkanı Kemal Türkler hedef olarak seçildi, siz bilemezsiniz tabiî. Sovyetler Birliği her ülkede çok güvenli bir kişiyi birinci katip olarak atamıştı. Ülkemizdeki kişi de işte bu birinci katip Kemal Türkler.

-İyi ya. Daha ne istiyorsunuz bir Rus ajanı ortadan kaldırılmış. Kim yaptıysa sağolsun, ucuza maletmiş.

-Doğru. İyi bir iş. Ama silahları olaydan sonra sen götürmüşsün, onları ver kurtul. Siz de kahraman olursunuz bu arada ama önce silâhları verin.

Reçeteye zehir yazan bir doktor gibi döktürüyordu adamcağız.

Susuz yanıyorum… Üç gün hiç durmadan işkence yapmışlar ve son kaldığım evin artık bir önemi kalmadığını söylüyorlardı. Muhtemelen evde diğer kaçaklar olacağını sandıkları için ilk üç gün hiç uyutmadan işkence yapmışlardı. Ancak yakalandığım artık farkedilmiş, ev de boşaltılmıştır, diyerek sorguyu başka yönlere kaydırdılar. Silahları istiyorlardı. Bir de defterimde Namık Kemal Zeybek’in telefon numarası çıkmış olduğundan, tanışıklığımızın derecesini anlamaya çalışıyorlardı.

Önemle üzerinde durdukları bir başka konu da bir öldürme olayıydı. Bizi daha öncelerde ihbar edip hapse düşmemize sebep olan biri, tek kurşunla kafasından vurulararak öldürülmüş. Bu saldırı benim kaçaklık günlerime denk geldiğinden bu olaydan da ben sorumlu tutuluyordum.

Çığlıklar ilk günkü kadar keskin olmasa da yankılanmaya devam ediyor. Fakat o ara beklenmedik bir gelişme yaşandı. İşkence anında benim feryatlarım yukarılara ulaşmış ve kaldırımdan geçen insanlar duyarak, sesin geldiği tarafa bakıyorlarmış. Bu haberi getiren şahıs, ağzını bağlayın öyle çalışın, diye nasihat ediyordu işkencecilere. Hatta sesimiz duyulmasın diye Harbiye Askerî Müzesi’nin önünde devamlı Mehter Takımı marş çalıyordu. Uğrunda mukaddes kanımızı seve seve akıttığımız Mehter Marşları, bu sefer de canımızı parça parça almak için ‘davul başı’ yapmıştı.

Takatsiz kaldım. Beynimde sıcak bir kaynama başladı. İşkence ruhuma yöneldi sanki. Bu ülke için hem de gönüllü olarak can veren bizler, yine bu ülke yararına fakat para aldığı için çalışan, dün örgütlerin korkusundan resmi elbiselerini poşetlerde gizlerken bu gün kahraman kesilenler tarafından sorgulanıyor ve suçlanıyorduk. Tek suçumuz var. Bu ülkeyi sevmek… Bu suçu ölene kadar işleyeceğimize dair bir kere daha yemin ediyoruz işkence meydanlarında. Babamızın tarlası için mi yapmıştık bu eylemleri!.. Cevabını bulamadığım sorular, beynimi zehirli bir akrep gibi sokmaya başlamıştı. Üstte mehter vuruyordu, ‘Tarihler ağlar vatan yanarken, eller öz vatanda nara atarken…’

-Bir yudum su verin bari, diyerek inledim.

-Ağzını aç, dediklerinde sevinçten uçacaktım neredeyse. Fakat o da ne!.. Ağzıma tuz basıyorlar. Tükürmeye çalıştıkça engel olup, bir yandan tuz takviyesine devam ediyorlardı. Bir müddet sonra ağzımdan kebap kokusu gelmeye başladı. Yanıyordum… Dudağımın biri yerde, diğeri gökteydi âdeta. Aman Allah’ım ne hâldeyim.

Gözümün önünde tek bir sahne çakıldı kaldı. Pangaltı’da Tunç Kafe vardı o vakitler. Vitrinde bir platform ve bir metre yukarı fışkıran soğuk ayran. Daha doğrusu ayran şelâlesi. Ben mıhlandım kaldım. Ne sorgucuyu duyuyor, ne dayanılmaz işkenceden acılar hissediyordum. Sadece o muhteşem ayran şov. Dünya durmuş, ayran ise dönüyordu.

Yirminci gün işkence biraz hafifledi. Artık sadece gündüzleri sorguya alınıyor, geceleri uyumaya çalışıyorduk. 12 numaralı hücredeydim. Daha bir tam gün bile giymek nasip olmayan yeni ayakkabılarım hücrenin önünde duruyor. Ayağım 10 beden kadar büyüdüğünden içeriye verseler bile zaten onlar da bir işe yaramayacaktı. Vücudumdaki yaraların kabuğunu kaldırdığımda akan kanlarla hücremin duvarına şiirler yazmış ve Yusuf Ziya Arpacık diye imza atmıştım.

İki dirseğimi kot pantolonun belinden içeriye sokup ısınmaya çalışıyorum. Bir deri bir kemik kalmışım. Kafamı duvarlara vurmayayım diye pankart bezleriyle bağlamaya devam ediyorlar. Bu arada ifade tutanaklarına atacağım imza için biçim oluşturuyorum. ‘İmzam zorla alınmıştır’ şeklinde bir imza geliştirdim. İlk bakışta anlaşılmıyordu ama mahkemede bunun açılımını yapmayı planlıyordum.

Karşı hücreye bir Dev-Sol militanı getirildi. Daha önce de bir kaç solcu getirmişlerdi buraya. Ben ‘kimsin?’ diye bağırınca, adının Sinan Kukul olduğunu ve bir ülkücü bile vurmadığını beyan ederek sadece teorisyen olduğunu söyleyen bu örgütçü kısaca kendini tanıttı. Yalnızdı… Çaresizdi… Biz ise kalabalıkta yalnızdık. Herkes tek başına ölüyordu burada. Nitekim o gün battaniyelere sardıkları işkence sonucu cansız kalan bir bedeni büyük bir gizlilik içerisinde bir meçhule doğru alıp götürdüler, adı Salih’ti… O kadar…

Sorgucu, öldürdükleri bir örgütçüden bahsederek, kafasından yaptığı kendince müthiş bir planı bana anlatıyordu:

-Zeki Yumurtacı… Lenin Zeki… Öldürdük onu… Kaçıyordu vurduk numarası işte, biliyorsunuz. Hücre evini göstermek için bir ekiple Avcılar’a gitti. Evden arkadaşlarımıza ateş açıldı ve bu arada MLSPB İstanbul sorumlusu Zeki Yumurtacı firar etmek isterken açılan ateş sonucu öldürüldü. Soldan bir, sizden bir kişi formülü bozulmayacak ve birinizi vuracağız. Yer göstermede bize tuzak kurdu veya kaçıyordu. Ülkücülerden en çok firar eden sen olduğuna göre, denge politikasını yaşatmak için ölüme en yakın aday da sensin. Hazırlan…

Gafil nereden bilecekti ki, ben ölümü, bir hastanın şifa beklediği kadar, hasretle ve özlemle arıyordum zaten. Onun yaşamayı sevdiğinden çok fazlasıyla biz ölümü seviyorduk bu yerkürede. Sorgucunun tehditlerini ‘Başüstüne’ diyerek, aldım kabul ettim. Ama ölmedim. Öldüren ve dirilten ancak yüce Allah’tır. Ölüm ise mukadderdir, onun şekli ve zamanı anlamını değiştirmez. ‘Yazılmış bir vakittir.’

Bazı arkadaşlar, suçlamaların hafif olması dolayısıyla biraz daha rahat olduklarından görevli askerlerle diyalog kurabilmişti. Bir akşam hücremden seslenerek ‘kaç nöbetçi asker’ olduğunu sorduğumda başıma geleceklerden habersizdim. Bunu duyarak bir firar teşebbüsüne yoran komutan 200 kiloluk paslı bir pranga getirerek beni kontrol altına almaya çalışıyordu.

O akşam nöbetçi askerlerin sayısını sorduğum Halil Durmaz ismindeki arkadaşı alarak saatler süren ağır bir işkence yapmış ve yerlerde sürüterek hücresinin önüne getirmişlerdi. O ise sanki can çekişiyordu. İkinci ölüm vakası diye düşünmeye başladım. Boğazı kesilmiş gibi, hırıltıdan başka ses yok. Sonra da derin iniltiler. Ve karanlık bir sessizlik…

Aylar geçtikçe işkence bize acı veremez olmuştu artık. Vücudumuza elektrik vermelerini dört gözle bekler olduk. Sanki merhem gözleyen bir yara gibi işkencenin acı lezzetini arıyorduk. Her ilaç acıdır ama kurtuluş da onun esrarlı terkibinde saklı değil midir!.. İşkencenin zirvesine oturduğumuz Harbiye’ de, tevekkül bahçesinin bin bir çeşit güllerini koklayarak hayat buluyorduk.

Derken bazı arkadaşlar için sorgu sınırı olan üç ay dolmuş ve bize de Selimiye yolu görünmüştü. Gözlerimiz açık. Sorguculardan hiç biri yok. Sadece nöbetçi askerler bizi mahkemeye hazırlıyor. Yılma Durak karşı blok’ta hayret ve dehşet içerisinde bana bakıyor. Kırk kiloya düşmüşüm. Demir parmaklığa tutunarak kapı ağzına geldim. Daha doğrusu sürünerek. Asker soruyor:

-Özel eşyası burada kalan varsa söylesin.

-Benim var…

Herkes eşyasını almış. Fakat askerin ‘neyin var?’ sorusu üzerine ben başımı kaldırıp dudaklarımı hafifçe açarak, bir elimle tutunduğum parmaklığı bırakmadan, diğer elimle buraya ilk geldiğim gün tabancayla kırılan dişimin ağzımdaki boş yerini göstererek:

-Dişim var, dedim.

Asker de, ben de güldük. Arkadaşlar hüzünle bakıyordu.

Yorum bırakın